#KİTAP - A Take Of Two Cities
A Take Of Two Cities
Monsenyör sıcak çikolatasını içmek üzereydi. Monsenyör pek çok şeyi kolaylıkla yutabilirdi ve bazı somurtkan, aksi kişilere göre hızla Fransa'yı da yutmaktaydı. Ama sabah çikolatası monsenyör'ün boğazından, aşçının yanı sıra dört kuvvetli adamının yardımı olmaksızın pek de kolay geçemiyordu.
...
Gerçek dışı bir yaşam sürmenin cüzzamı monsenyör'ün çevresindeki insanların güzelliğini bozuyor, onları çirkinleştiriyordu. En dıştaki odada birkaç yıldır işlerin biraz kötü gittiğini hafiften sezinleyen yarım düzine kadar istisnai bir grup vardı. Bunların yarısı, kendilerini 'konvülsiyonist' diye tanıtan onları doğruya yöneltmeyi müjdeleyen bir yol olarak tuhaf bir tarikatın üyesi olan insanlardı. Geleceğe yönelik bir işaret levhası dikmek amacıyla, monsenyör'ün liderliğine köpürmeleri mi, hiddetlenmeleri mi, kükremeleri mi yoksa taş mı kesilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Bu dervişlerin dışında üç adam vardı ki, telaşla meseleleri 'doğrunun merkezi' üzerine ürettikleri bir jargonla halletmeye çalışan başka bir tarikat oluşturmuşlardı; insanın doğrunun merkezinden ayrıldığı aşikardı ancak çemberin dışına da çıkmamıştı ve insanın bu çemberin dışına çıkması engellenebilir, hatta oruç tutarak ve ruhlarla ilişki kurarak çember'in merkezine ulaşması bile sağlanabilirdi. Bu yüzden ruhlarla yapılan konuşmalar sürüp gitti ve bu onlara pek ortaya çıkartılmayan bir dünya yarar sağladı.
Tek teselli, monsenyör'ün büyük otelindeki bütün o misafirlerin çok iyi giyimli olmasıydı. Kıyamet günü eğer bir kıyafet günü ya da defilesi olsaydı, oradakilerin doğrulukları sonsuza dek kanıtlanmış olurdu. Böylesine kıvırcık, havaya dikilmiş pudralanmış, saçlar, doğal olmayan yollarla korunmuş ve canlandırılmış tenler, böylesine gösterişli kılıçlar, böylesine zarif kokulara duyulan saygı elbette ki her şeyin sonsuza dek sürmesini sağlayacaktı. En köklü ailelerden gelme bu nazik beyefendiler kıpırdandıkça şıngırdayan değersiz kolyeler takıyorlardı; küçük değerli çanlar gibi çınlayan bu altın zincirlerin sesleri, işlemeli ipek ve iyi cins ketenin hışırtısı birleşerek saint antoine'ı ve onun insanı kemiren açlığını uzağa taşıyan bir akım yaratıyordu.
Giyim her şeyi yerli yerinde tutmanın vazgeçilmez bir tılsımı ve büyüsüydü. Herkes sanki hiç bitmeyecek bir maskeli balo için giyinmişti. Bu balo havası Tuileries Sarayı'ndan monsenyör'e, tüm saray halkından bakanlara, yargıçlara, korkuluklar hariç bütün halka hatta cellada kadar yayılmıştı. Bu büyünün peşinde koşan cellattan da 'kıvrılmış saçlar, pudralanmış yüz, sırma işlemeli ceket, iskarpin ve beyaz çoraplarla' g . örevini yerine getirmesi istenmişti. İşte milattan sonra bin yedi yüz sekseninci yılda monsenyör'ün davetine katılan hangi davetli, bu saçları kıvırcık, yüzü pudralı, ceketi sırma işlemeli, iskarpinli ve beyaz ipek çorap giymiş cellada kadar uzanan bir sistemin dağılabileceğinden şüphe edebilirdi ki?
...
Bir yerde birkaç vaatte bulunup bir diğerinde gülümsemesini bahşettikten ve mutlu bir kölenin kulağına bir şeyler fısıldayıp bir diğerine el salladıktan sonra monsenyör salonlardan kibarca geçerek doğruluk çemberinin epey uzak bir kısmına kadar ilerledi.
Yorumlar
Yorum Gönder